VÎRÂNELERİ VE KÂŞÂNELERİ OLAN ŞEHİRLER
Mehmet Cangir
Esasında bu satırların çoğu, Sivas’ın eski sokak fotoğraflarına, sözüm ona kimilerine vîrâne gibi gözüken haline bakarken aklıma üşüştü. Artık tüm ilgililerin üzerine titremesi gereken husus; eski zaman sokaklarını, kalan kısmıyla “vîrâne” haliyle bile olsa koruma altına almaktır. Ki artık vîrâneleri kâşânelere çevirme imkanı, devletimizin sağladığı karşılıksız kaynaklarla mümkün hale geldiğine göre şehirlerimizi yaşatmak elimizdedir, gerisi lâf ü güzâftır.
Mutantan bir şarkı gibidir bazı şehirlerde yaşamak. Issız gecelere sessiz çığlıklar eşlik etmez bu şehirlerde. Cıvıldaşan sesler ve şehre hakim renk cümbüşü, içinizden yükselen feryatlara teselli olmaz. Vuslat ve çile hayattan kovulmuş kelimelerdir. Böyle şehirlerde ölünmez, aşk çokça anılır lâkin yaşanmaz, bahar olunca coşmaz yürekler… İğreti yaşamlar sahte yüzlerle arz-ı endam eder bu şehirlerde. Gülmeler yapmacık, ağlayışlar sahte, buseler derinlikten yoksundur. “Gönül bağlarında bülbüller ötmez” bu şehrin gecelerinde.
Ne yaman çelişkidir ki, bu şehirler, Tanzimat şairinin “diyâr-ı küfrü gezdim, beldeler, kâşâneler gördüm / dolaştım mülk-i İslâmı bütün vîrâneler gördüm” mısralarında dile getirdiği kâşâneleri olan şehirlerdir. Görüldüğü gibi, Ziya Paşa Paris aristokrasisinin şatolarına övgüler düzerken hiç de hasis davranmaz. Âhir zaman kâşânelerinin günümüzün modern “rezidans”ları olduğunu hatırda tutarak, Paşa’nın yanıldığı noktanın Osmanlı ve Avrupa şehirleri arasındaki fark olduğunu tespit edelim. Avrupa şehirlerinin debdebeli binalarıyla mukayese edince pek vîrâne gözükür Anadolu şehirleri şairimize. Halbuki her 30 yılda bir kısm-ı azamisi yangınlar nedeniyle harap olan Osmanlı şehirlerinde abidevî mabetler dışında her şey fânîdir. Bu eserler de bâkî olanı hatırlattığı için Osmanlı şehirlerinin merkezî unsurudur. Bu nedenle merkezden kenara doğru açıldıkça dönemin sosyo-ekonomik koşullarına göre vîrâne görüntülere bolca rastlanabilir. Ancak bunlar şehrin genel dokusunu bozan veya ahengini öldüren unsurlar değildirler; çünkü bugün var, yarın yokturlar veya her gün daha iyi bir duruma getirilebilme imkanları söz konusudur. İşte bu vîrâne edebiyatının ahfâdıdır, günümüz şehirlerinde ecdat yâdigârı eski yapıların yerine sözüm ona medeniyet timsali apartman bloklarını oturtan.
İşte bu nedenlerle benim şehirlerim hep vîrânelerle dolu şehirlerdir. Bu şehirlerin en önemli vasfı mateminizi sizinle paylaşabilmeleridir. Evet, hüküm çok kısa ve kat’îdir: Bir şehir, en tahammülfersâ anlarınızda geçmiş zamanların ruhundan istimdât ederek, sizi mutluluk vaadiyle kandırabiliyorsa şehirdir. Bu şehirler, Han Duvarları şairinin geçtiği şehirlerdir. Bunlar, Maraşlı Şeyhoğlu Satılmış’ın duvarlarına şu satırları kazıdığı hanları olan şehirlerdir:
“Gönlümü çekse de yârin hayali
Aşmaya kudretim yetmez cibâli
Yolcuyum bir kuru yaprak misali
Rüzgarın önüne katılmışım ben.”
Bu şehirler hiç görmeseniz de hep sizin olan şehirlerdir. Şair Attila İlhan’ın “ne kadınlar sevdim zaten yoktular” mısraının şehirlere uyarlanmış halidir benim şehirlerim. Yanlış anlaşılmasın, muhayyel bir şehre sevda türküleri yakıyor değilim. Aksine belirtmek istediğim, bir şehirle “aidiyet bağı” kurabilmenin şehrin görünür güzelliklerinden çok, ruh ikliminizin o şehirle uyuşabilmesi ile mümkün olabileceğidir.
Sivas’ın eski fotoğraflarına baktığımdan beri, kâşâneleri ve vîrâneleri olan şehirler arasında gidip gelmekte hercâi gönlüm. Nevzuhûr düşünceler sürdürürken bir kıymet arayışını, destursuz girelim hüküm bağına ve vuzuha kavuşturalım vardığımız neticeyi: Bir şehre hayatiyet kazandıran vîrânelerini kâşânelere çevirebilme potansiyelidir. Taşrayı apartman bloklarından ve süper marketlerden müteşekkil ölü şehirlerin aksine, vîrâneleriyle yaşayan bir organizma yapan gerçek, böyle iddialı bir aforizmaya imkan tanımaktadır. Şehir dediğimiz “bir örnekleşmiş” yaşam tarzlarının en iptidâî şekilde mekan üzerindeki tezahürleri değilse eğer, vîrâneleri olan şehirler kadr ü kıymeti bilinmesi gereken şehirlerdir.
İzaha yeltendiğim husus, taşranın boş vermişliğine, yoksulluğun kitleselleşmesine veya garibanlığın mekan boyutundaki izdüşümüne bir övgü değildir. Hele hele çoğu taşra şehrinin şehir müsveddesi konumundaki “mecburiyet caddeleri”nden sitâyişle bahsediyor olamam. Maksadım, taşranın kalbinin ara sokaklarda, nereye çıkacağı bilinmez yollarda, gizemli dönemeçlerde, eski zaman vîrânelerinin bulunduğu mahallerde attığını hatırlatmaktır. Taşra şehirlerinin yaşayıp yaşamadığına; kenar mahalle çocuklarının safça bakışlarına, cumbasından sokağının ufkuna dalan genç kızların hülyalı göz süzüşlerine, kış gecelerinin soğukluğunu dehşetengiz sesleriyle bölen bozacıların satış nağmelerine ve yoksulluğu ekmeğine katık yapan anaların dingin yüreklerine bakarak karar verebiliriz. O halde hitâma ererken bahsimiz bu şehrin yerlilerine soralım: Sivas yaşıyor mu?
Hayat Ağacı dergisi 5. Sayı, 2006