Mart Dokuzunu Abrul Beşini Bağrında Isıtanların Vaktinden Kalma Bir Koku
SOHARIÇ
Yunus Özel
Soharıç dendiğinde aklıma ilk madımak gelir nedense. Madımağın turfanda günleri… Gündüzlerin kurutamadığı derin ıslaklığı dışa vuran, ilkbahar akşamlarının serin esintisi vurur yüzüme. Çobanların heybelerinde kuzu ya da oğlaklarla döndüğü akşamüstleri… İlkyazın titrek güneşi altında, dağda bayırda dünyaya gözünü açmış, daha ayakları yere basmadan çobana borçlu kalmış körpelerin; sıcak heybenin içerisinden, kendilerini bağrına basacak talihli çocuklara baktığı demler. Çobanın, eline tutuşturulan dölceklerle yorgunluğunu unuttuğu günlerdir o günler.
Toprak tamamen bürünmemiştir yeşile henüz, ama koşu malları dışındakiler koyrulmuştur göğe. Koyunlar kuzularını doyurmaktan öteye geçemezken; inek sütlerinden, şıvgın kokan yoğurtlar çalınmaya başlamıştır bile. Göğe koyrulmak, küflü samanlardan kurtulmaktır. Kış boyu samanlık damlayı, hayvanlar samanlığı yer. Havaların ısınmasıyla birlikte küflenme başlar. Otlar yeşeriyor, samanlık küflerle göğeriyor. Samanlıkların vaktinden evvel tamtakır olduğu ve alafın dibinin süpürüldüğü de oldukça sık rastlanan felaketlerdendir. Öylesi durumlarda, gün boyu dişinin suyunu soran hayvanlar; mengürdelerle bağlandıkları kürünlerden, sahiplerinin sırtında bir torba ya da sepetle içeri girmesini dört gözle bekler. Tabiat karların altında yatarken boşalmışsa samanlık; kelete ile halledilemez, onca hayvanın yeygüsü. Kağnı tekerlerinin dönmediği öylesi zamanlarda, bütün yük, köyün dizi tutanlarının tamamından oluşan arkacıların sırtına biner.
İnsanlar farklı mıdır peki?
Uzun kış, yaz tedariklerini çoktan tüketmiştir. Madımak kurularının, dilme börülcelerinin dağarcıkları silkelenmiş; yazın kuru tezeğinin kışa zavzu olduğu bir kez daha anlaşılmıştır.
Öyle olmasa bile, insanlar bıkmıştır kurutulmuş yiyeceklerden; kuruya kurt düşmese de.
Bugünlere ulaşıncaya kadar cemreler düşürmüştür insan; havaya, toprağa, suya. Umudunu diri tutan umutsuzluk anları yaşamıştır; Mart dokuzunu, Abrul beşini bağrında ısıtmıştır.
Derken güneş adım adım yak(ın)laşmış, bitkiler başlarını uzatmıştır ürkek ürkek.
İnsanların beklediği an gelmiştir artık.
İlkin yeniyetme kızlar sürülür öne. Kış boyu yağan kar, köyün ara sokaklarında; gübre, kül ve saman döküntüleriyle birlikte çiğnenip katmanlaşmıştır. Güneşe en fazla direnen bu yol ve sokak döşemeleri; şimdilerde, orasından burasından sökün eden dereciklerle lime lime olmuştur.
Sokaklar bir çırpıda aşılıp çıkılır araziye. Ellerde kama bıçaklar, önlükler sıvalı; topraktan kafasını dışarı çıkaran eveliklerle başlanır işe. Gelinparmağı, kızılca, cıncık, tekesakalı derken madımağa ulaşılır. Ötekilerin hasadı gibi geçici olmaz madımağınki. Onların cazibesi yeşilini tekmil edinceye kadardır. Kızıla çalan, sarımsı, yeşilimtırak ikendir tatları lezzetleri. Topraktan başlarını çıkarmak için az beklememişlerdir. Altı ay kışı, hep bu ılıman günlerin özlemiyle geçirmişlerdir. Yeşermek için gereken güç, köklerinde hep bugün için biriktirilmiştir. İlk çıkan filiz; merminin çekirdeği, okun ucu gibi etkilidir. Öldürmek için değil pek tabiî, hayata destek vermek, cana güç katmak için… Sofralara ulaşan bu ilk taze sebzelerin turfandası kısa sürer, ne yazık ki.
Madımak öyle değildir.
Hasadı sürer yaz başlarına kadar. Yollara, harman yerlerine, davar yataklarına dökülen kadınların madımak muhabbeti de. Bacı madımak bitti m’ola? Suali sorulur ilkin.
Peşinden ötekiler gelir: Madımak biter oldu, / Yolları tutar oldu, / Gül yüzlüm, kömür gözlüm, / Gözümde tüter oldu.
Artık madımaklı günler başlamıştır. Neredeyse köyün bütün ocaklarında kaynayan madımak aşırmalarına soharıç dökülmektedir. Soharıç kokularının, bacalardan yükselip köyün havasına karıştığı günlerdir. Tereyağında kavrulmuş körmendir soharıç. Pastırma, biraz varlığa göredir elbet, ama eksik olmaz gene de. Madımakla soharıcın buluşması sıradan bir hadise değildir. Coşkulu, heyecanlı bir andır o. “Cosss” diye bir ses duyulur ilkin. Sonra, madımak kazanından yükselen buharla duman, dumanla alev arası kükreme ve püskürmeler duyulur. Sonra eve, mahalleye ve köye dağılır soharıç kokusu. Tava kişnetmek diye de bir deyim vardır. Gelin kaynana çatışmalarında; tarafların mevzi kazanmak için başvurduğu bir suçlama ifadesidir. Kaynanalar, gelinlerini tava kişnetmekle suçladı mı, bunun defarı bulunmaz. Ancak, bu ithama adı karışan tava, soharıç tavası değildir. Birbirinin yokluğunu fırsat bilen gelin kaynana, hatta kuma, elti ve görümcelerin ocağa sürdüğü tava; yağın küleğini yarıya indiren bir tavadır. Omaç, yumurta pişirmesi gibi şeylerdir tavayı kişneten. Madımak soharıcında tava pek kişnemez, üzerine soharıç dökülen kazanın kükremesidir duyulan.
Başka yemeklere, özellikle suböra, kesme aşı, pancar çorbası gibi çorbalara da soharıç edilir şüphesiz.
Nedir peki bu soharıç sözcüğü? Nereden gelmiş, nereye varmıştır? Her nereden gelmiş olursa olsun, geri çevirecek değiliz elbet, buna gücümüz yetmez. Bu böyle olmasına böyledir de, o soruyu sormadan da geçemeyiz, dil denilen dilberin sevdasına kapılmışsak. Bazen çocuklar çözer işi. Tabağındaki çorbanın üzerine soharıç dökülen çocuk etkilenir bundan. Nasıl etkilenmesin ki… Tabak beyaz, kare kare kesilmiş hamurlar beyaz, peskütan daha da beyazdır. Soharıç ise, rengini kırmızıbiberden almıştır. Tabağın yüzüne soharıç dökülürken, kaşıktan düşen damlalar yayılır, toplanır; irili ufaklı benekler oluşturur. Sonra düşen damlalar, ilkinkileri sıkıştırıp inceltir. Çorbanın yüzünde ortaya çıkan bir battal ebrudur aslında. Çocuğun, hatta annenin bundan habersiz olması, sonucu değiştirmez. Besteleniş evrelerinden haberdar olmadığımız bir müziği dinlerken zevk almaz mıyız? Sonra annenin kaşık hareketleriyle halis şal ebrusuna dönüşür soharıç. Çocuk hayretle izler bunu ve ne olduğunu sorar. “Soharıç” der annesi. Artık çorba gider, suböra çorbası geri çekilir, soharıç çıkar öne.
Ve çocuk “soharç çorbası” der ona. Kelime, çocuğun dilinden kendi çocukluğuna döner, sonharç olur bir çırpıda.
İnsan hayatının basamaklarına benzer, kelimelerin evreleri. Her kelime doğar, büyür, gelişir, olgunlaşır. İnsana bağlıdır kelimelerin hayat seyri; ondan ayrılmaz; onunla birlikte yaşar çocukluğunu. Yeniyetmelik, ilk gençlik; tahsil hayatı, askerlik, evlilik hep birlikte yaşanır. İnsanlar gibi çoluk çocuğa bile karışır kelimeler, günü gelince. Hükümranlığı devralabilir evlat sözcükler; yıldızları parlayabilir, insanda olduğu gibi. Ömrünü tamamlayıp ölebilir de sözcükler, insan gibi. Terk edilmek, unutulmak, yara bere almak, katledilmek de vardır kaderinde kelimelerin. Değişime uğramak, kılık değiştirmek, tanınmaz hale gelmek de. Yeniden doğmak da vardır kelimelerin yazgısında, insan gibi, bağırları bataşıktır çünkü insanla. Biri diğerinden ayrı düşünülemez.
İnsanoğlu kendini idrak ederken; diğer bir söyleyişle, yaşadığı hayatı algılamaya çalışırken hemen hep çocukluğuna dönme ihtiyacı duyar. Ayak basmak için oradakinden daha sağlam bir zemin bulamayışındandır belki de bu. Bu dönüş ve zemin arayışında yine yalnız bırakmaz insanı kelimeler. Ortak geçmişlerine dönmeleri ancak birlikte mümkün olabilir. Ya da ortaklıkları geçmişe yolculuklarından daha önce başlar. Ne zaman çocukluk yıllarına dönmeye çalışsam; bir elcek, bir tutamak arasam; o günleri, o dönemlerde yaşananları bir tat bir koku halinde bugüne taşıyan soharıç sözcüğü kılavuz olur bana.
Bir yemeğe tadını veren, harcıdır. Yemeklerin harçlanması ya yemek yapılmadan önce olur, ya da sonra. Yapımı, tencerede yağ eritilerek başlayan yemekler vardır; harcı içindedir onların. Onlarınkine ilkharç denmez. Yemek ocaktan indikten sonra, üzerine dökülen harcın ismidir soharıç. Sonradan katıldığı için sonharç denilmiştir. Sonharç sözcüğü ilden ile dilden dile dolaşırken ilkin “soğharç” olmuş, biraz daha evrilip çevrilince “soharıç” biçimini almıştır; vesselam.