SİVAS’IN CANOZAN’I
Nâzım H. Polat
Reşat Nuri’nin diğer bütün romanlarından farklı muhtevasıyla dikkat çeken Yeşil Gece’sini hepimiz biliriz. Birçoğumuz lise yıllarında okumuşuzdur. Ben de o çağlarımda okuduğumda epeyce etkilendiğimi, hatta ortaokul sıra arkadaşım Oltulu Ali Şahin’i o romanın kahramanı yerine koymak, onun sözlerini Yeşil Gece’nin Ali Şahin’ine uyarlamak için epey uğraştığımı hatırlıyorum.
Yeşil Gece’nin Ali Şahin’ini, Maarif Müdürüyle tartışırken tanırız. Maarif Müdürü, karşısındaki genç öğretmen adayına, münhal (açık, boş) kadro bulunmadığını söyler. Ali Şahin hâlâ direnmektedir. Müdür efendi neden sonra anlar ve hayretler içinde kalır ki karşısındaki İstanbul’da değil, taşrada öğretmenlik istemektedir. Çünkü o tam bir idealisttir. Medreseye verilmişken, memleketin istikbali için Darülmuallimîn’de okumayı tercih etmiştir. Burayı bitirince de ideali uğruna, taşraya gitmek istemektedir. Sarıova’ya tayin edilen Ali Şahin, burada her türlü fesatla tam donanımlı bir cephe bulur karşısında. Eşraf diye geçinen mütegallibe, kendini din ve Allah adına yetkili gören tarikat-türbedar takımı, meşreplerine uygun idareciler de bulmuşlardır. Bu toy delikanlı muallimi fiillerine ortak etmek isterler ama başaramazlar. Bütün iftira ve tuzaklara rağmen Ali Şahin, eğitim seferberliğine devam eder. Nihayet memleket topyekûn bir düzen değişikliği yaşar. Artık “Ali Şahinler” galiptir. Fakat malum takım, derhal bu yeni düzenin de hâmisi kesilmişlerdir. Ali Şahin ise yine yalnızdır. Alır başını gider, yine yalnızlığını yaşayacağı yeni ve bilinmeyen bir diyara…
Oltulu Ali Şahin ile Yeşil Gece’nin Ali Şahin’i, dürüstlük konusunda aynı idiler. Ama daima dirençli olmak hususunda, tam örtüşmeden, gölgeli duran bir şeyler vardı. Bizim Oltulu Ali’nin tabiatına şahinlik bir türlü uymuyordu.
Nihayet, 1985’te Sivas’a yerleşince, Sivas’ın Ali Şahin’iyle tanıştım. Onu tanıyınca “herkese isminden bir nasip var” olduğuna bir kere daha iman ettim. Gerçekten her meselede, her zaman onun bir “şahin” tarafı vardı.
O, Yeşil Gece’nin yalınkılıç kahramanı Ali Şahin’e model olmuşcasına benziyordu. Bu yüzden zaman zaman sohbetlerimizde ivazsızlığın, düzenbazlığa isyanın samimi sesini duyabilmek maksadıyla, onu öfkelendirmek için elimden geleni yapıyordum. Öfkenin yakıştığı yegâne insan oydu benim için. Öfkelendikçe keskin ama zülf-i yare dokunup dokunmayacağına bakmaksızın “kitabın ortasından”, konuşurdu. Muhatabının lâfı kıvırmasına, şişi de kebabı da yakmama gayretine, hülasa her ipte oynamasına asla tahammül edemez, limon yiyormuşçasına ekşiyen, derin çizgileri akordeon gibi açılıp kapanan, esmerliği biraz bozaran bir yüzle, pervasızlığa alışkın bir sesle derhal azarlardı:
-Aynarozluk etme haaa!..
Musahipzade Celâl’in Aynaroz Kadısı (1928) piyesindeki kadı tipi onun nazarında her türlü olumsuzluğu ifade için yeterliydi. Çünkü bu tip çıkarcı idi ve çıkarı uğruna yapamayacağı yoktu. Öyle ise her türlü olumsuzluk “Aynarozluk” diye ifade edilebilirdi. Bu tipin özelliğini bilmeyen biri, Sivas’ın Ali Şahin’iyle bir saatlik sohbetten sonra, sözün kullanım yerini gayet iyi anlar, “Aynarozluk etme”nin ne olduğunu belleyebilirdi.
Yeşil Gece’nin Ali Şahin’i gibi Sivas’ın Ali Şahin’i de meslek hayatına öğretmenlikle başlamış. Ama bizimki vekil öğretmenlik yapmıştı. Tanıştığımızda Vakıflar Bölge Müdürlüğünde çalışmakta idiyse de kendini daima bir öğretmen gibi hissederdi. Öğrenme zorluğu çekenleri hiç hazmedemez, herkesin kendisi kadar sür’at-i intikal sahibi olmasını beklerdi. Bazılarının (ya damar ya da kafa kalınlığından ötürü) söyleneni bir türlü kavrayamayışlarını, bönlüklerini çok keskin ve veciz biçimde anlatırdı:
-Canım ne olacak işte.. eşeğin kulağına Yasin okumuşsun!
Hatta birilerini “saksıyı çalıştırma” gayretine itmek için gün gelmiş ki okumayı eşeklerin bile becerebildiğini iddia etmiş… sonra, Nasrettin Hoca taktiği ile, yaprakları arasına arpa koyduğu kitabı eşeğe koklatmış. Eşek, arpanın kokusunu aldıkça yaprakları dallıyormuş. Muhatabı derhâl çözmüş meseleyi:
– Ağnadım Ali Efendi! Ellam ki sen bu merkebe epeyidir belletiyon ohumayı. Essahtan ohuduğu yarpağı dallayo!…
Sivaslı Ali Şahin bir antolojidir, canlı bir şiir antolojisi. Pek çok Divan şairinden, ama özellikle Millî Edebiyat hareketinin geliştirdiği edebî zevkle yazan şairlerden kalınca bir antoloji oluşturacak kadar ezbere şiir bilir. Onu, bu kabiliyetiyle, hemşehrisi Mütevellizade Ömer İhya’ya benzetirim. Kilisli Muallim Rıfat Bilge’nin (Anılar ve İnsanlar, Ankara 1997, s. 72-76).şahitliği ile öğreniyoruz ki İhya, Fuzulî, Bakî, Nef’î, Nedim Divanlarını, Farsçadan Şeyh Sa‘dî ve Kaanî Divanlarını ezbere biliyormuş. Bilge, bu sözlerin abartılı olduğunu düşünecek kimselerin bulunacağı ihtimaliyle, ifadesini şöyle perçinliyor:
“Sözümde yalan yok. Mükerrer tecrübe üzerine söylüyorum. Ona mezkûr divanlardan hangi bir gazelin, hangi bir kasidenin ilk mısrasını söylemek kâfi idi. Aşağı tarafını okurdu.
Merhum birçok divanı ezberlemiş olduğu gibi Tokat–Sivas taraflarında yetişmiş onbeş kadar saz şairinin türkülerini, koşmalarını, destanlarını yeri düştükçe okurdu.”
Bilge’nin İhya için söylediklerini -Divan şairleri bahsini dışarıda bırakarak- Ali Şahin için rahatlıkla söyleyebilirim. Onun yanında kaç kere Seyranî, Sümmanî, Şenlik, Bayburtlu Zihni, Erzurumlu Emrah, Ercişli Emrah, Veysel ve daha nicelerinin şiirlerine başlamış ama hiçbirini bitirememişimdir. Çünkü o şiirlerin hepsi onun ezberindedir, üstelik sesi de gürdür; benim sesimi bastırır, devam ederdi.
O şairdir de. Hem de iyi şairdir. “Canozan” mahlasıyla söylediği manzumelerde, Rıza Tevfik söyleyişine yakın perdede karar kılan bir sesi vardır. Üstelik çoğu şiirini irticalen söyler. Hatta Saz Şiirindeki atışma geleneğini yaşatabilecek ölçüde irticalen söyler. İlhamla yetinmeyip bazen saatlerce işlediği şiirlerinde bile birdenbire ve kolay söylenmişliğin ustalığı sezilir. Bu vesile ile belirtmeliyim ki kişiliğinde, konuşmasında, yürüyüşünde mücessem olan “sür’at”, şiir yazışında da vardır. İlhama bu ölçüde teslim oluşunu, onun şiiri için faydalı bulmadığımı hep söylemişimdir kendilerine.
“Canozan” mahlası, onu tanıyanlarca o derece kabullenilmiştir ki herkes soyadı sanır. Denemek için zarfın üzerine “Ali Şahin Canozan-Sivas” yazıp gönderin bakalım, mektup onu bulur mu bulmaz mı?
Ali Şahin Canozan üstad, Saz Şiiri geleneğindeki gibi şiirlerini besteyle söylemesini de bilir. Ama onunla koro yapılamaz. Sesinin gürlüğüne ve güzelliğine olan itimadı ve itikadı, onu, herkesin sesini bastırmaya, herkesten bir tur öne geçmeye vardırır.
-Haydi bakalım, “…..” türküsünü söyleyelim…
Siz daha bu cümlenin sonunu getirmeden o başlamıştır bile… Asla nazlanmayı bilmez. Yeter ki havasında olsun. Havası yerinde değilse havaya sokmak da çok kolaydır. Şarkıya/türküye yanlış perdeden girer yahut beste/güfte hatasıyla başlarsınız. Böylesi bir “cehalete/zevksizliğe” asla tahammül gösteremez. Daha ilk yanlışta topun patlaması gibi bir sesin müdahalesiyle irkilirsiniz:
-Aynarozluk yok!.. Doğru okuyalım! “Ekine kiraz derler”miş!!!! Bak… bak… bak! Aynarozluğa bak! Ekine niye kiraz desinler? Angut değil ya bunlar! Ekin kiraz olur mu yahu? “Ekine firaz derler” firaz!
Bazı meraklar, zevkler vardır ki sahibinin rafine işleminden geçtiğini gösterir. Böylesi bir zevk, farklılık ve çoğu zaman önemli bir zenginlik de gerektirir. Kitap merakı bunlardan biridir. Çok kimse, çoğu zaman zararını gördüğü bu meraktan, bu tutkudan, bu dertten bu hastalıktan kurtaramaz yakasını. Önce okumak maksadıyla alınır kitaplar, sonra ilerde okurum diye rafa konur. Ama bir müddet sonra başkasına okutmak, daha da sonrasında sadece “bende bulunmalıdır” gerekçesiyle alınır. Eğer parayı pulu istediğiniz ölçüde harcayabiliyorsanız, bu merak, aristokrat bir zevke dönüşür. Ya yoksa?!!! O zaman da sıkıntı kaynağı olur.
Bu cümleler sadedin dışında dolaşmak değil. Canozan, “kitap meraklısı” ifadesinin zayıf kalacağı derecede bir kitap dostudur. Ama bu zavallı dost, bir “bordro mahkûmu”. Alamadığı bir kitabın onu ne kadar rahatsız ettiğine bütün dostları tanıktır. Satıcıya dil dökmek bazen kâr etmediğinde, yaşı sızarak, yüreği sızlayarak, daha önce aynı yolla aldığı bir başka kitabını takas eder. Bilsin ki peşinde olduğu kitap “falanca âdemdedür” Yol olur gider ona, yel olur eser onun bağrına, tel olur gerilir sazına, dil döker, ter döker, yarasını gösterir, parasını gösterir… alır o kitabı… Her zaman mı? Hayır! Bezen de insaftan nasibi olmayan biri rastlar; körü yar’a sıkıştırır, onun kitap karşısındaki zaafını istismar eder. Canozan, sonunda, ona dil döktüğüne pişman olur. O zaman, kitaba türkü yakma demidir:
Eser yel ettin beni
İnce tel ettin beni
Sevip de alamadım
İrezil ettin beni
Onun beğenmediğim bir tarafı yok mu?
Aynarozluk yok, onu da yazacağım!
Bu derecede kitap meraklısı bir insanın, ciltlemek kastıyla, onlara yaptığı eziyeti Canozan‘a hiç yakıştıramam. Onun yaptığı ciltleri kesinlikle, daha elime almadan, hatta birkaç metre öteden tanırım. Çünkü bu ciltleme dediğimiz şey, onun evindeki hususî atölyede, nazik/narin/dünya güzeli bir vücûda âdi postlar giydirmek, sağına soluna kaba saba yapraklar yapıştırmak gibi birşeydir. Kitabı korumak adına ona yapılacak en büyük eziyettir bu!
Eh! Bu da onun nazar boncuğudur.
Hayat Ağacı dergisi 11. Sayı, 2008