AHMET KUTSİ TECER’İN SİVAS LİSESİ’NDEKİ “TOPLANTI”SINDAN HABERDÂR MISINIZ?
Erhan Paşazade
Âdem odur ki koyar her yerde bir eser
Eseri olmayanın yerinde yeller eser
Öğretmen için “toprağı altına çeviren simyacıdan daha fazla kudret sahibi” tabirini kullanan düşünür şunu eklemeyi de ihmal etmez “Onun eşsiz eserini görmek için zaman denen o selin önünde duracak kudrette olmalısınız.”
Öğretmeni meslek erbabı değil de bir sanatkâr olarak görmemizi sağlayan yegâne şey onun “Eşref-i mahlûkat” olan insanın ruhuna dokunabilme yeteneğiyle mücehhez olmasıdır. Ne aktardığı bilgi ne de sunduğu tecrübelerdir onu şahikalara çıkartan. Onu ve sanatını kutsal yapan şey insan ruhuna, seciyesine, benliğine nakşettiği müstesna motiflerdir.
Medeniyetleri inşa edenlerin arkasında hep bu bilge kişilerin var olduğunu da biliriz. Yolu başarıdan geçen, sonra başarıda sabit-kadem olan her insanın bir öğretmeni vardır.
Yazımızın da ekseninde bir öğretmen var. O; daha önce şairlik, yazarlık, idarecilik, ataşelik vasıflarından dolayı farklı cihetleriyle de tanınmış bir münevver. Biz o öğretmenin toprak altında bekleyip de henüz gün yüzüne çıkarılan bir hazine misali yeni keşfedilmiş bir eserini tanıtmaya çalışacağız.
Kimimiz onu toplumun hemen her kesiminden insanın hafızasında yer etmiş “Nerdesin?” veya yakın zamana kadar şarkı olarak okul bahçelerinin tatlı nağmelerinden olan “Orda Bir Köy Var Uzakta” şiirleriyle, kimimiz 1931’de düzenlediği ve bu vesileyle Âşık Veysel’i keşfettiği Âşıklar Bayramı’yla, bazılarımız Koçyiğit Köroğlu piyesiyle tanırız. Belki de bu yönlerini bilmeyenlerin onun “Halk Kültürünün Gümrah Vadisi” Sivas’ı tanıyıp buraya duyduğu deruni muhabbetten dolayı, buradan bir nişane olması kabilinden yüksek vefa hissiyle soyadını Sivas’taki bir dağdan aldığı hakikatiyle tanırız.
Ahmet Kutsi Tecer’den bahsediyorum tabii ki. Hem Sivas’ta hem yurdun diğer köşe bucaklarında birbirinden güzel hizmetler bırakmış bir muallimden söz ediyorum. Hoş bir sadâ bıraktığı bu fani âlemde bizim yeni işittiğimiz sadâsını size de duyurmaya çalışacağım.
TRT’nin milli kültür âşığı ve güzide ses sanatçılarından Kubilay Dökmetaş ve Gürsoy Babaoğlu’nun keşfederek bizim istifademize sundukları Toplantı dergisinin sayfalarını çevirdikçe Tecer’in açtığı çığıra bakıp güzel insanların gittikleri yerleri de güzelleştirdiklerini bir kez daha görmüş oldum. Şair, yazar, öğretmen, eleştirmen, idareci kimlikleriyle pek çok başarıya imza atan Ahmet Kutsi Tecer’in Sivas Maarif Müdürü ve aynı zamanda Sivas Lisesi Edebiyat öğretmeni olduğu dönemlerde “Mes’ul Müdür”lüğüyle çıkan derginin o devrin kıt imkânları içinde bir yayıncılık başarısı olduğunu söylemek Toplantı için söyleneceklerin girizgâhı olsun.
Birinci sayının ilk sayfasında “Niçin Toplanıyoruz” başlığıyla verilen önsözde şu ifadelere yer verilmiş: “Orta Anadolu’nun fikir hayatını neşredecek vasıtalar hemen yok gibidir. Her tarafından hayat ve şiir fışkıran bir yerde bu boşluk ne acı! Fakat biz ne bu boşluğu dolduracak kadar bir kudret gösterecek vaziyetteyiz ne de nadide bir çiçek gibi biten lakin muhitinin kuraklığından mahvolup giden istidatların kabiliyetlerin inkişafı için bir muhit hazırlayabileceğiz.” “Toplantımız mektebimiz muhitinin samimi ve mütevazı bir ifadesidir. Biz her sahada muvaffak olabilecek ve hayatı olduğu gibi bütün safveti ve şeffafiyetle aksettirecek olan mıntıkamız mekteplilerinin ve gençliğinin fikir hayatını neşr için samimi bir muhit hazırlamak için toplanıyoruz.”
İsmine daha sonraki sayılarda da rastlayacağımız Rüştü Atalay’ın “Ovanın Çobanları” şiiri, önemli sanatçıların hayat ve eserlerinin tanıtıldığı makale sayfalarının ve fen-matematikle ilgili yazıların arasında dikkat çekiyor. Derginin ilk sayısı “Şen Sayfalar”la nihayet buluyor. “Muallim Beylere Bayram Hediyesi” başlığının altında Kutsi Bey’e: Halk şairlerini ziyaret için bir kızak; Muzaffer Bey’e: Tek telli bir saz, Faik Bey’e: Batarya ile Ateş; Müdür Bey’e Zaviye-i Felasife hediye edilmiş olması talebenin gözünden hiçbir şeyin kaçmadığının eski bir yansıması.
Yazı Müsabakası ilanıyla merhaba diyen ikinci sayıda mütevazı; ama dolu dolu bir öğrenci kitlesinin ve öğretmen camiasının sesini duyar gibi oluyorsunuz. Birinci seçilecek yazıya bir kitap, ikinciye cep defteri, üçüncüye kalem açma makinesi onuncuya kadar da birer kartpostal verileceğini okuyunca bir anlık da olsa yokluklar içerisinde verilen maarif davasının manevi hazzını yaşamaya çalıştım.
Derginin ilerleyen sayfalarında yer alan şu satırlar meseleye bakışın ciddiyetini anlatmaya kâfidir sanırım: “Fransa inkılabı, tarihinden ziyade inkılabın edebiyatından anlaşılır. Çünkü tarih sathi ve umumidir. Edebiyat ise o devir hayatının bütün inceliklerini ve ruhunu terennüm etmiş bulunur.(…)Millet; hisçe, harsça, lisanca, tarihçe bir birlik ve bağlılık gösteren kitle ise hiç şüphe yok ki edebiyat da bu kitlenin elemlerinin, sevinçlerinin, heyecanlarının dilidir.”
Derginin hemen hemen tüm sayılarında öğrencilerin çoğu Fransızca zaman zaman da Almancadan yaptıkları küçük ve orta boyutlu metin tercümeleri de devrin dil anlayışını ve edebi zevkini yansıtması bakımından kayda değer. İkinci sayıda “Grimm Kardaşlardan” başlıklı tercümede “Her Şeyi Bilen Doktor Fakir, Bir Köylü Nasıl Doktor Oldu?” başlıklı masal çevirisi tatlı bir tebessüme vesile oluyor.
Üçüncü sayının kapağını açanlar “Bir Ayrılış” haberiyle karşılaşacaklar. Mektep Müdürü Osman Kazım Bey’in Ankara Lisesi’ne tayin olduğu haberinin altında onun okulda birlik ve beraberliği kurduğu, okulu tam bir aile yuvası haline dönüştürdüğü söylenmiş ve uğurlama programı aktarılmış. Adına tertip edilen veda çayında talebeleri temsilen edebiyat şubesi talebelerinden Atıf Efendi bir konuşma yapar. Müdür Bey, kendisini uğurlamaya gelenlere filozofların sözlerinden ve dünya görüşlerinden alıntılara bol bol yer verdiği bir konuşma yapar ve trenle Sivas’tan ayrılır.
Bu sayının dikkat çeken bir başka metni de S. Afif’in “ Boyacı” isimli hikâyesi. Hikâyede on beş yıl tahsilin ardından memleketine gelerek kimya alanında bir çığır açmayı düşünen mühendisin “Boyacı” lakabı takılarak iş yapamaz hale getirilmesini anlatan trajikomik ahvali anlatılmış. Dergi gelecek sayısında Halk Nağmelerinden Bülbül Notası hediyesiyle okurlarına küçük bir armağanı müjdeleyerek kapanıyor.
Dördüncü sayı yazı müsabakasında birinciliği kazanan 2. sınıf talebesi Fikret Efendi’nin Bir Portakal Hırsızlığı isimli hikâyesiyle açılıyor. Yazarın Giresun’da yaşadığı bir olayı anlattığı hikâye bir solukta okunan cinsten. Faraday’ın hayatından, Billurlaşma Hadisesinden bahseden metinler otuzlu yıllarda fen ve matematik derslerinin dil ve anlatımını ortaya koyması bakımından dikkate değer metinler. Önceki sayıda müjdesi verilen Bülbül isimli eserin notası verilmeden şu takdim yapılmış: Geçen sene ikinci teşrinde Halk Şairleri Bayramı’nda en çok beğenilen parça olarak tanıtılan Âşık Veysel’in Seherde ağlayan bülbül / Sen ağlama ben ağlayım / Ciğerim dağlayan bülbül / Sen ağlama ben ağlayım dizeleri kadar Veysel’i anlatan şu cümle çok dokunaklı: Yedi yaşından beri gözleri tabiatın ışığına kapalıdır.
“Mecmuamızın çıkmasına yardım eden muhterem valimiz Süleyman Sami Beyefendi’ye teşekkürlerimiz söylemeyi büyük bir borç biliriz” ifadeleriyle açılan beşinci sayının kapağını çevirenler bir sayfa sonra “Bir Ayrılış” haberiyle de sarsılacaklardır: “Kıymetli edebiyat hocamız ve Sivas Maarif Müdürü Ahmet Kutsi Bey askeri vazifesinden dolayı yuvamızdan ayrılmak zaruretinde kalmıştır.”
Bu münasebetle 27.11.932 Pazar günü saat 16’da son sınıf tarafından şerefine bir çay ziyafeti verildiği ve bu veda ziyafeti sırasında Sivas Lisesi’nin efsane hocalarından Salim Rıza Bey’in (Kırkpınar) Ahmet Kutsi Bey’in şiirlerinden bazılarını ezbere okuduğu ve büyük alkış aldığı yazılmıştır.
Şubat 1933’te yayımlanan altıncı sayı, derginin artık kendi mecrasına sığmadığını gösteren bir haberle çıkmıştır. “Mecmuamız bu sayıdan itibaren 33 sahife olarak intişar edecektir” Bu, daha fazla öğrencinin, öğretmenin yazması ve daha geniş bir kitleye sesini duyurması demek olacaktır. Ahmet Kutsi Bey’in öğrencilerinin de onun yolundan gittiğini gösteren bir çalışma dikkat çekmektedir. Falih ile Macit’in derlemeleri, ismine önceki sayılarda rastladığımız S. Selçuk’un “Tufan Dede” isimli hikâyesi, yine son sınıf talebelerinden M. Vasfi’nin “ Sisler” şiiri dikkat çekicidir: Sisler’in ilk dörtlüğü şöyle: “Sızısı tükenmez yanık bağrıma / Sisleri nemli bir tül gibi çeksem / Hayali mezar mı olur ağrıma / Bu ümitle yalnız ben öleceksem”
Birinci sınıf talebesi Nizamettin’in yerli malı kullanmayı teşvik, israftan sakınmayı telkin eden yazısı insanımızın bilinçlenmesi için doksan yılın yetmediğini gösteren bir belge hüviyetindedir. Bakınız Nizamettin ne demiş: “Arkadaş! Fantaziye bakma, milletine acı! Milletinin parası Avrupa’ya bir nehir gibi akıyor.(…)İsraf bir ejder olmuş boyuna gözümüzü oyuyor, sen yerli malı kullanırsan o ejderin gözü kör olur.”
Yedinci sayı, 1930’lu yılların günümüz teknoloji ve imkânları bakımından hiç mukayese edilemeyecek kadar sıkıntılı dönemler olmasına rağmen öğrencilerin ulaştıkları yüksek seviyeyi gözler önüne seren bir başarı nişanesi gibi. Son sınıf talebesi İbrahim’in kaleme alarak Pasteur’un “Cehalet insanları ayırır, ilim ise toplar” sözünü epigraf olarak kullanıldığı “Hendese ve Hendese’de Usul”, yine son sınıf talebelerinden M. Vasfi’nin “Determinizm” isimli makaleleri bu kanaatimizi perçinleyecek pek çok örnekten sadece ikisi.
Mecmuanın ilerleyen sayfalarında verilen “Sivas’ta Akın Destanı” başlıklı haber ve tahlil yazısı o dönemde bilimsel çalışmaların yanı sıra kültürel faaliyetlerde de öğretmen öğrenci herkesin tam bir aile olduğunu bir kez daha gözler önüne seriyor. Halkevi’nin açılmasını kutlamak maksadıyla Faruk Nafiz’in Akın isimli eserinin 24.02.1932 Cuma günü temsil edildiği, 3 perdeden oluştuğu bildirilmektedir. “Türklerin Orta Asya’dan nasıl bir tesir altında göçtüğünü göstermek” gayesiyle yazılmış eserde Türkeli’ndeki 12 yıl kuraklıktan sonra İstemi Han’ın kurban edilmesi gerektiğini vaz eden töre, Tanrıların hakanın yerine kızı Suna’yı kurban olarak istedikleri haberiyle yeni boyut kazanır ki bunu (Hakan’ın yanında eğitim gören üç başbuğ / komutanın oğulları Bumin, Demir ve Bayan) Demir bir entrika olarak fark edince oyun bozulur ve Akın’a çıkarlar ve Demir zekâ ve cesaretinin karşılığını Suna ile evlenerek alacaktır.
“Hakan (İstemi) rolünde Niyazi Bey, Demir rolünde Salim Rıza(Kırkpınar) Bey’in birer ibda kudreti gösterdiği” söylenen temsilde Saip Feyzi, Lütfi Beyler ve Suna rolündeki Peyman Hanım’ın da çok beğenildiği ifade edilmiştir.
- Sayıda J.J.Rousseau’dan “Hokkabaz” isimli bir metin tercüme eden 4. sınıf talebesi Kenan, “Evlat Acısı” isimli hikâyenin yazarı Saip Selçuk’un yanı sıra daha sonra “Sivas Yollarında”, “Dön Geri Bak” gibi şiirleriyle hafızalarda yer edecek olan iyi bir şairin ilk şiirlerine rastlıyoruz. Mecmuanın yirminci sayfasında son sınıf talebesi M. Cahit imzasıyla yayımlanmış “Gurbet Acısı” isimli şiirin dizeleri şöyle: “Ruhum tutuştu sandım / Gurbet acısıyla / Geçmiş günleri andım / Gurbet acısıyla // Gözyaşım ateş oldu / Elem bana eş oldu / İçime zehir doldu / Gurbet acısıyla // Sıladan ayrılanı / Sokar gurbet yılanı / Kalbini yakar kanı / Gurbet acısıyla”
Yukarıdaki dizeler “Aydın bir saz şairi içtenliği, bir Karacaoğlan rahatlığı ve temiz bir dil ile zaman zaman kötümser, güvensiz kendi türküsünü söyleyen” Cahit Külebi’den başkasının değil.
Mizanpajı değişen ve daha bir göz dolduran 9.sayıda, 4 Eylül Sivas Kongresi’nin yıldönümü vesilesiyle okul müdürü Muhsin Adil Beyefendi’nin günün mana ve ehemmiyetine dair nutkundan sonra talebelerin Alphonse Daudet’ten, Nelia Pavlova’dan yaptığı tercüme metinlerinin arasında yine ona rastlıyoruz. Bu sefer Mahmut Cahit ismiyle. Keman isimli şiirini M. Nedim’e ithaf eden Cahit’in dilinden dökülen mısralardan birkaçı: “Bazan çapkın nağmeler / Gönüllerde sel olur / Bazan kederler eler / Dağılır tel tel olur // Bazan coşkun bir seli / Tellerinde çoğaltır / Onu bir hasta eli / Saatlerce ağlatır // Bazan çılgın hevesle / Gönül bendinden geçer / Bazan ılık bir sesle / Titrer kendinden geçer.”
Hazım Fikret Bey’in verdiği Demokrasi konulu konferansın özetiyle açılan onuncu sayıda edebiyat şubesi talebelerinden Asım’ın kaleme aldığı Hilmi Ziya Bey’in “Aşk Ahlakı” isimli kitabını hülasa eden yazısının yanında Eşref Bey’in Fransa gezisini ve intibalarını aktardığı “Bir Şehir Portresinde Karakteristik Çizgiler”i dikkat çekici. Niyazi Tevfik’in Sivas ve çevresinden derlediği ve 18 tanesine yer verdiği manileri ayrı bir güzellik katmış dergiye. O manilerden biri:
Ah eder biter gönül
Mecnundan beter gönül
Yüzünden ateş almış
Zülfünden tüter gönül
Mahmut Cahit’in Sonbahar şiiri de artık derginin değişmez kalemlerinden olduğunun bir nişanesi. O şiirden bir kesit:
Ağaçlar sarışın saçını yoldu
Çırpına çırpına dallar durdular
Hıçkıra hıçkıra sesi boğuldu
Derede kıvranan kıvranan sular
Titrek gölgeleri gönlüme dolan
Yaprakları sararıp rengi kaybolan
Şimdi dere için bir hayal olan
Sular perisini burada vurdular
Şubat 1935’te on ikinci sayıya ulaşan mecmuanın kapağında SSC harflerinden mürekkep bir logo vardır. Bunun anlamı bir sonraki sayfada izah edilmektedir: “Fikir hayatımızı denemek, kabiliyetimizi ölçmek ve inkişafa hız almak için toplandığımız mecmuada en çok güzele, doğruya yönelmeyi, yükselmeyi kurduk. Bunun için de ‘Sanat Sevgisi Cemiyeti’nin etrafında halkalandık ve Toplantı ortaya atılmaya bize yol verdi…”
“Yolun başındayız, ciğerlerimizde bozkırın havası, dinç vücudumuzda genç Türkiye’nin enerjisi var.” diyerek yeniden ifade-i meramda bulunan gençlerin sayfanın sonlarına doğru söyledikleri şu sözler hayli dikkat çekicidir: “Biz küflü divanlardan gelen rint kahkahaların, kadeh seslerinin yerine motor gürültüsü; ahlarla oflarla halkalanan zülüf burmalarının yerine fabrika bacalarından kıvılcımlar saçarak fışkıran duman sütunlarını görmek istiyoruz. (…) Uçurumlar dolmuş artık yolumuza ne çıkarsa çıksın!”
- Fazıl’ın Nazım Tekniğinden Vezin konusunu anlattığı yazıda Ahmet Kutsi’nin aşağıdaki dörtlüğüne yer verdiğini de görürüz.
Ne baharın ıtrı ne ayın sihri
Ne yazın hülyası ne günün şiiri
Fani mevsimlerin artık hiçbiri
Uğramaz örtülmüş kirpiklerine
“Her gün gözlerimle içtiğim zehir / Bir gün dudaklarda bitmeyecek mi? / Acılarım; deniz, ova, dağ şehir / Bir damla ışıkta yitmeyecek mi? // Buranın baharı acı güzünden / Odamda gölgeler saklı hüzünden / Bir ilahi güneş doğup yüzünden / Kapımı bir ümit itmeyecek mi? // Kimse işitmesin diye sesini / Gönlümün susturdum inlemesini / İçime yer eden dert gölgesini / Toplayıp da bir gün gitmeyecek mi?”
Dizeleri de her sayıda şiirindeki ifadeyi daha da munisleştiren daha içlileştiren M. Cahit’in “Her Gün” isimli şiirinden.
Mecmuanın dikkat çeken bir başka yönü de henüz altı yedi ay önce çıkan (1934 Haziran) Soyadı Kanunu’nun bazı öğretmen ve öğrencilerin eserlerinin altında kendini göstermesidir. “Bir Kadın Hayalliyor” isimli şiirin ve “Bahar” isimli nesrin sahibi öğrencinin A. Ziver Öktem’i , “Gençliğin Artistik Terbiyesi”ni anlatan Latif Boyraz’ı; “Gönül Şarkısı” isimli şiirin altında ismi bulunan Memduh Mutlu’yu, “Disiplin”i anlatan yazısıyla Prof. Dr. Ethem Menemenci’yi kanunun ilk uygulayıcıları olarak görmemiz mümkün.
Haberler başlığıyla açılan sayfada edebiyat /sanat mecmualarının tanıtımına yer verilmiş. Zaman zaman kendi kültürümüzden çok uzak bir çizgide seyretmesine rağmen “Avrupa’ya açılan küçük bir pencereden taze bir havanın içimize doluşu” olarak tabir edilen Yeni Adam mecmuası; henüz o ay yayın hayatı başlayan ve lise talebelerini eserlerini de yayımlamayı taahhüt eden Yücel, “Ağırbaşlı ve edebi yükü itibariyle en asil mecmuamızdır” “Gençliğe yoldaşlık edecek iyi ve ciddi bir arkadaş” ibareleriyle takdim edilen Varlık dergileri tanıtılmış. Varlık’ın son sayısında şiirleri için “mavi bir sema altında iğdeler arasında akan ılık sular gibidir” teşbihinde bulunulan Necip Fazıl’ın dergide neşredilen son şiiri “Orası”ndan bir dörtlük de iktibas edilmiştir. İşte o mısralar: “Orası neresi… Orası bilmem / Orası adımın anıldığı yer / O varılmaz yere bir varabilsem / Yalanın orası yanıldığı yer “
Varlık’ta sadece Necip Fazıl değil Ahmet Muhip’in Fahriye Abla şiirinin de bulunduğu bunlardan başka Hamit Macit, Reşat Cemal Emek, Haşim Nezihi (Okay)’nin de şiirleriyle Abdülhak Şinasi, Sadri Ertem gibi pek çok kalemin de nesirleriyle o sayıda yer aldıkları belirtilmiş.
Toplantı’nın dikkat çeken bir köşesinden duyurduğu SSC’nin ilk konferansını icra edeceği, konferansın “Halk Şiirimizin Bugünkü Edebiyata Tesirleri” başlığıyla Ahmet Kutsi Bey tarafından verileceği haberi de dikkat çeken diğer bir husus.
Bundan sonraki sayılarda yine pek çok öğrencinin tercüme, telif, tahlil eserleri yayımlanmış, bu metinlerde ve dahi diğer haber metinlerinde bile “Dilde Sadeleşme” fırtınası sert yüzünü mecmuanın sayfalarında hemen hissettirmeye başlamıştır. İşte bu fırtınanın savurduğu yapraklarından birkaçı: “Yeni İlbayımız Lisemizde. Yeni Sivas İlbayımız Hazım Göregün okulumuza gelerek-Türk ulusuna büyük bir şeref, büyük bir tarih ve hepsinden büyük bir istiklal kazandıran kahramanın günlerce kaldığı Kongre salonunu büyük bir urunçla gezdi.(…)” (Haberde yer alan “ilbay” kelimesinin asırlarca farklı Türk kültür ve medeniyetlerince kullanılan “vali” kelimesine karşılık olarak uydurulduğunu, kullanımı konusunda fazlaca diretilmesine rağmen tutmadığı için dağarcığımızda yer edinememiş bir kelime olduğunu; “urunç” kelimesinin manasını ise Püsküllüoğlu’nun Öz Türkçe Sözlüğü’nde bile bulamadığımı ifade etmeliyim.)
On beşinci sayının ilk sayfasında okul idarecileri arasında Muzaffer Sarısözen’e rastlıyoruz. Ömer Beygo’nun Direktör (yani okul müdürü), Numan Eken’in başyardirektör (müdür başyardımcısı ), Muzaffer Sözen’i Yardirektör (Müdür yardımcısı) olarak görüyoruz.
“Bir kültür seviyesini inşa edenlerin büyük sanatkârlar, âlimler, filozoflardan ziyade onlarla asıl kütle ve hayat arasında aracı rolü oynayanlar” olduğunu söyleyen Tanpınar’ın işaret ettiği âlim, sanatkâr cephesinde Ahmet Kutsi Bey’i, aracılardan en mühimlerinin onun yetiştirdiği talebeleri, birikiminden istifade eden arkadaşlarının olduğunu düşünerek onların açtığı çığıra bakmak, eserlerine dokunmak, bir eserini yeni keşfetmek aradan geçen 80 yıla rağmen beni heyecanlandırdı.
Her şey bir insanla başlıyor. Büyük değişimleri başlatan, insanların hayatlarına yepyeni anlamlar katan, yaşadığı dünyaya bambaşka tatlar getirebilen tek bir insandır. Toplantı’yı da böyle görmek böyle değerlendirmek lazım.
Toplantı’yı Ahmet Kutsi’nin talebelerine ve öğretmen arkadaşlarına kendilerini ifade etme, dağarcıklarında var olan birikimi insanlarla paylaşma, yeni şeyler üretebilmek için daha fazla enerjiyi, daha yüksek bir şevki, hayatlarına yepyeni hayatlar katan yeni bir aşkı kazandırma iştiyakı olarak da okuyabiliriz.
Defterinde boşluğun, ataletin asla yer bulmadığı çok yönlü bir insanın gerçek bir öğretmenin kendi eseri olan talebelerine yaptığı bir sanatkârane nazar /derin bir bakış olarak değerlendirilmeli bu mecmua.
Böylesine manalı bakışlarla böylesine derin ve deruni hazlarla bizi buluşturan Kubilay Dökmetaş ve Gürsoy Babaoğlu’na sonsuz teşekkürlerimi sunuyor; Ahmet Kutsi Tecer başta olmak üzere mecmuaya göz nuru döken, emek harcayan herkesin “kabirleri nur, mekânları cennet olsun “diyorum.
Hayat Ağacı dergisi 26. Sayı, 2014