Bir Mucizenin Düşündürdükleri

0

BİR MUCİZENİN DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ

Doç. Dr. Erdal Eser

Öyle bir eserle karşı karşıyayız ki, seyretmekten başlayarak, hakkında uzun konuşmalar yapmak ya da yazılar yazarak yorulmak mümkün değil.  Düşündükçe, konuştukça ve yazdıkça kendisine ve yapıcılarına olan saygı da gittikçe artıyor. Bir Divriği hayranı ve uzun yıllardır görmek ve izlemek şansına sahip biri olarak, şu anda okumakta olduğunuz yazıda, yapı topluluğunu farklı yönleri ile ele almayı ve bazı bilinmeyenleri üzerinde durmayı amaçlıyorum.

Öncelikle vurgulamak istediğim konu “cami-darüşşifa” ilişkisi olacak. Benzer örneklerden hareketle konuya bakıldığında, ibadet-sağlık yapısı birlikteliği, rasyonel bir kurgu örneği yansıtmamaktadır. Şifahaneler, bilinen örnekleri ile ya bağımsız olarak ya da bitişiklerinde yer alan bir medrese ile birlikte inşa edilmektedirler. Divriği’de karşımıza çıkan cami-şifahane ilişkisi bu anlamda tek örnek olarak dikkat çekmektedir. Konuya ilişkin çeşitli açıklama önerileri söz konusu olmakla birlikte, ikna edici düzeyde olmadıkları için konu sürekli ele alınmaktadır. Öncelikle bir arada bulunan yapılara göz atmak yararlı olacaktır. Cami, şifahane ve türbe. banilerin gömülecekleri mezar mekânlarını, inşa ettirdikleri yapı içerisine ya da bitişiğine inşa ettirmeleri Hz.Muhammed (S.A.) günlerine kadar uzanan bir geleneğin devamıdır. Hz.Muhammed’in (S.A.), ilk cami olarak da kullanılmış olan evinin odalarından birine defnedilmiş olması, inşa ettirdikleri yapılara gömülmek isteyen banilerin ortaya çıkmasına neden olmuştur. Peygamber yolu izlenmektedir. Türbenin yapı topluluğundaki varlığı, her iki yapı ile olan ilişkisi (kapı ve pencereler), yapıları kullananlar tarafından edilecek dualara sahip olma şansını da beraberinde getirmektedir. Divriği’de inşa edilen en anıtsal yapı olan Cami ve Şifahane’nin bani türbesine sahip olması bu nedenle normaldir.[1] Dikkat çeken ise yukarıda da belirtildiği gibi cami ve şifahane ikilisidir.

Camilerin “Ulu” diye adlandırılmaları İslâm mimarisine özgü bir durum değildir. İslâm Sanatı çalışmalarının geliştiği günlerde, özellikle de erken dönemler söz konusu olduğunda; daha büyük boyutlu ve Cuma namazlarının kılındığı, minberi olan ibadet yapılarının diğerlerinden farklı olduklarının vurgulanması amacı ile Great/Büyük/Ulu kelimesi isimlerinin önüne eklenmiş ve bu kullanım günümüze kadar gelmiştir. Divriği Ulu Camii de bu grup içerisindedir ve boyutları ile belki de tüm Anadolu’da inşa edilen örnekler içerisinde ön sıralarda yer almaktadır. Adına Ulu Camii denilen ve Cuma namazlarının toplulukla kılındığı bu yapılar incelendiğinde, tümünün de sultanlar tarafından inşa ettirildiği görülmektedir. Cami inşası özellikle de Cuma namazı kılınacak caminin inşası, sultan ve devletin görevi gibi algılanmaktadır. Bu hem büyük bir onur olması hem de bu boyuttaki yapılarda çalışacak görevlilerin maaşlarından tutun da binaların onarımı için gerekli paranın normal bir kişi tarafından karşılanmasının zorluğu nedeni ile olmalıdır. Bani Ahmet Şah’ın geleneklere uyarak anıtsal boyutlarda bir Cuma Camisi inşa ettirdiği görülmektedir.[2] Mengücek Sultanı’nın anıtsal boyutlarda bir ibadet yapısı inşa ettirmiş olması da buraya kadar normaldir. Sorun ya da dikkat çekici özellik Şifahane ile birlikte başlamaktadır.

İslâmiyet’in tebliği ile başlayan süreçte inananlar, her açıdan sağlıklı bir toplum olmaya doğru yönlendirilmişlerdir. Hz. Muhammed (S.A)’in, Medine’deki evi ilk mescit olarak bir yandan Allah’ın emirlerinin öğretildiği okul işlevini görürken, diğer yandan da toplumun ihtiyacı olan tüm işlevlere yanıt vermeye çalışıyordu. Kaynaklardan öğrenildiği kadarı ile sağlık konusu da bunların arasında yer alıyordu.[3] Bu durumu, “ruhlar iyileştirilirken ihtiyaç halinde bedenlere de yardım ediliyordu” şeklinde yorumlamak mümkündür. Yapılan savaşlar sonrası, Hz. Muhammed (S.A)’in evi ve ilk mescidin hastane gibi çalıştığını gözümüzün önüne getirebiliriz. Yayılma süreci içerisinde yaşanan güçlükler düşünüldüğünde, bağımsız bir sağlık yapısı inşasının kolay olmayacağı ortadadır. Bu nedenle de ibadet ve sağlık uzun yüzyıllar boyu bir arada yapılmak zorunda kalmıştır. Yani ilk planda, cami ve sağlık birbirine uzak konular değildir.

İslâm mimarlık tarihi incelendiğinde, camiden bağımsız sağlık yapılarının Suriye’de ve Zengi döneminde ortaya çıktığı görülür. Bu tarihle birlikte de daima saray yani sultan tarafından inşa edilmişlerdir. Birisi Sivas il merkezinde bulunan Selçuklu şifahaneleri de saray ve sultan eli ile inşa edilmiştir. Mengücek ülkesi Divriği’de de şifahane yine saray eli ile inşa edilmiştir. Geleneksel uygulamalar devam ettirilmektedir. Ulu camilerin neden sultanlar tarafından inşa ettirildiği konusu yukarıda açıklanmaya çalışılmıştı. Şimdi Şifahane konusuna yanıt aranması gerekmektedir. İbadet ve sağlık konusunun, erken dönemden itibaren birbiri ile ilişkili olduğu gerçeği yanında, unutulmaması gereken bir diğer ayrıntı da; Anadolu’nun Türkleşmesi ve İslamlaşması süreci içerisinde değişik toplumsal gruplara ait kişiler tarafından çok sayıda bina inşa ettirildiği görülmekle birlikte sağlık yapılarının daima sultanlar ve saray tarafından inşa ettirilmiş olmasıdır. Ana ibadet yapısı ile birlikte sağlık yapısı ya da yapılarının sultan ve saray tarafından inşa edilmesi bir görev gibi algılanmıştır. Bu uygulamanın altında yatan düşünce, hayır işlemek ve iyilik yapmak anlayışı olmalıdır. Bununla birlikte her iki yapı türü de aslında birer sistemler bütünüdür. Yaşamlarını sürdürmeleri için onlarla ilgilenecek çok sayıda görevliye ihtiyaçları bulunmaktadır. Örneğin; şifahanenin çalışabilmesi için uzman doktorlara, ilaç yapıcılarına ihtiyacı vardır ve bunların finansmanı normal bir kişi için kolay olmamalıdır. Aynı durum Ulu Camii için de düşünülebilir. En azından birden fazla imam-müezzine ihtiyaç söz konusudur. Caminin eğitim alanındaki işlevi de göz önüne alındığında, görevli sayısı giderek artmaktadır.[4] Bu ihtiyaçlar ancak büyük ve zengin vakıflar sayesinde karşılanabilir ölçektedir. Bu nedenle de sultanlar ve saray himayesinde inşa edilmektedirler. Caminin eğitim yapısı olarak da işlev üstlenebiliyor olması, sağlık yapısını, kent için vazgeçilemez ikinci ana yapı haline getirmektedir ki, Melike Turan ve Ahmet Şah’ın, Divriği’nin yöneticisi ve bir eş olarak, geçmişten gelen geleneksel anlayışların devamı mahiyetinde bu yapı grubunu inşa ettirdikleri görülür. Bu işin manevi boyutu olarak, yapılar yerinde durdukça ve işlevlerini sürdürdükçe sevap kazanılması söz konusudur. Kuşkusuz, marifet iltifata tabidir, bununla birlikte bu durum devlet anlayışı geleneğinin de bir sonucu halinde karşımızdadır.[5] Eşlerin bir arada bu işi yapmış olmaları da, birçok araştırmacı tarafından söylendiği gibi toplumda kadın ve erkeğin yerine ilişkin güzel bir örnektir.

Yapı topluluğunun konumu, bir diğer tartışma konusudur. Bazı servis yapıları ile birlikte Mengücekli sarayının, yakın çevrede ve özellikle de doğu bölümünde olduğu düşünülmektedir. Öncelikle, İslâm kent modeli içerisinde ulu camilerin daima ticari doku içerisinde yer aldıklarını bilmekte fayda vardır. Ulu caminin bulunduğu alan kentin ticari merkezini vurgular. Divriği’de durum farklıdır ve bu bölümde Şifahane nedeni ile bir kent dokusu beklentisi günümüz bilgileri ile doğru değildir. Şifahaneler daima kent dokusu dışına inşa edilmektedirler. Bugün konut dokuları ile çevrilmiş olan sağlık yapıları, Ortaçağ kentlerinin dışında ancak yakın mesafede inşa ediliyorlardı.[6] Bitişiğindeki Şifahane nedeni ile Ulu Camii’nin çok uzak olmasa da, kente hâkim noktada ve etrafında yapı bulunmaksızın inşa edilmiş olması gerekmektedir. Konum hakkında şunu da söylemek mümkün; şifahane inşa edilen yerlerin havası kent içerisindeki diğer yerlere oranla daha temiz ve sağlıklıdır. Yer seçimi tesadüfi değil, belli kurallar çerçevesinde gerçekleşmektedir ki, kuşkusuz Divriği örneği için de bunlar geçerlidir.[7]

Bu değerlendirmeler sonrasında üzerinde durulması gereken bir diğer konu, sembolizmdir. Anadolu’nun, Selçuklu ve diğer Türk devletleri olan Danişmend, Mengücek, Saltuk ve Artukoğulları tarafından alınması ile birlikte sanatsal ve kültürel ortam değişmiştir. Bu değişikliğin izlerini o günlerde inşa edilen eserlerin şahitliğinde görmek mümkündür. Bu dönemle birlikte Anadolu, kendine özgü dili ile biçimlenen ve bezenen yeni yapı türleri ile karşılaşmıştır. Bizans dönemi uygulamaları ile görülen en büyük fark, Türk-İslâm yapılarının sahip olduğu süsleme ve bu süslemelerde gizli olan anlam dilidir. Yapılar bir yandan sahip oldukları plan şemaları ile evrenin merkezi olma iddiasını yansıtırlarken bir yandan da süslemelerinde zengin öyküler barındırırlar. Divriği yapılar topluluğu her iki açıdan da, plan bütünlüğü ve süslemeleri ile 13. yüzyılın ve hatta sonrasının da en zengin örneğidir. Buraya kadar söylenenler, çeşitli araştırmacılar tarafından dile getirilen ve bilinen genel özelliklerdir. Şimdi konuyu biraz daha açmaya çalışalım. Yapılan bir yüksek lisans tezinin de gösterdiği üzere, yapı topluluğunda 54 palmet, 20 rûmi ve 5 farklı lotus kullanılmıştır.[8] Bitkisel bezeme söz konusu olduğunda, bu kompozisyon zenginliği ile başka bir yapıda karşılaşmak mümkün değildir. Bu bezemelere ilişkin ikonografik çözümlemeler de halen tam anlamı ile yapılamamıştır. Kapıları ya da iç mekândaki kimi mimari ögeleri süsleyen bu kompozisyonlar kuşkusuz kendilerine özgü dilleri ile bir şeyler söylemektedirler. Örneğin bazı kompozisyonların hayat ağacına ya da aynaya benzetilerek anlamlarının açıklanıyor olması gibi. Süsleme kompozisyonlarının ve şekil gramerinin zenginliği, anlam dünyasının derinliği kabul görmüş bir değerlendirmedir. Konuya ilişkin tekrar amacı gütmemek için farklı bir ilişki ve özelliğe değinmek gerekmektedir. 13. yüzyıl çerçevesinde sanat eserlerine bakıldığında, özellikle ikonografik anlam dünyası açısından en zengin örnekler Selçuklu yapılarında görülmektedir. Yapı planlarından başlayarak süslemelerine kadar özenle seçilen kompozisyonlar uygulanmıştır ve ikonografik soyutlama açısından zengin ve değerli öyküler yansıtmaktadırlar. Selçuklu ile birlikte Anadolu’nun Türkleşmesini sağlayan diğer ilk dönem devletlerine bakıldığında, süslemelerinde yansıtılan sembolizm ve öykü dünyası açısından en zengin örnek Mengücek çevresinde karşımıza çıkmaktadır. Mengücek çevresinde inşa edilen bir yapı, içerdiği sembolik dil ile tüm Selçuklu ülkesinde inşa edilen örneklerden daha gelişmiş ve zengin bir kompozisyona sahiptir. Bitkisel, geometrik, insan ve hayvan figürlerinden oluşan süsleme türleri ile adeta yaratılış vurgulanmıştır. Eğer o günlerde bu konuda bir yarış olsa idi, neredeyse binden fazla yapı inşa eden Selçuklu devleti, Mengücekliler tarafından Divriği yapı topluluğu ile geçilmiş olacaktı.

Şimdi eldeki verileri kısaca özetlemek gerekirse; her ikisi de, geleneksel örneklerle de sabit olduğu üzere sultan ya da saray tarafından inşa ettirilen bir Ulu Camii ve Şifahane bulunmaktadır. Bani türbesi de, benzer kimi örnekte olduğu gibi yapı topluluğu içerisindedir. Konum belirlenirken, sağlık yapısının kent dokusu içerisinde olmama zorunluluğunun etkisine de işaret edildi. Kaldı ki, biraz uzak ve yüksek bir noktada bulunuyor olması yapının anıtsallığını da arttırmış oldu.[9] Bezemeleri açısından da Selçuklu örneklerini bile geride bırakan sembolik bir zenginliğin altı da çizildi.

Şimdi yanıt aranması gereken; “tüm bunlar nasıl oldu da Divriği’de bir araya geldi?” sorusudur. Kayıt ve yazılı belge eksikliği, Anadolu’nun diğer eserleri gibi Divriği yapı topluluğu ile ilgili en önemli sorundur. Sanat ve kültür tarihçileri olarak, haklarında yazılı bilgi bulunmayan eserleri inceler ve açıklamaya çalışırken,  çoğunlukla; eserin bulunduğu çevre, dönem özellikleri, eğer biliniyor ise yaptıran kişinin sanat anlayışı ya da sanatçısının üslubundan hareket etmek zorunluluğu söz konusudur. Divriği yapı topluluğunu, yukarıda verilen sıra ile incelemeye alacak olursak, yine ilk noktaya, yani bilinmeze ulaşılmaktadır. Eserin bulunduğu çevre, yansıttığı üslubun ne oluşumuna ne de devamına uygundur. İnşa edildiği dönem içerisinde de tek kalmıştır. Tekrarı, benzeri ya da daha gelişmiş bir örnek inşası söz konusu değildir. Bani Ahmet Şah ve Melike Turan hakkında bilinenler de oldukça azdır. Ahmet Şah’ın külliye dışında, kalenin dış surlarının inşasını yürüttüğü bilinmektedir ancak sanat anlayışı hakkında bu veri de yeterli değildir.[10] Yapı sanatçılarının Ahlat kökenli oldukları bilinmektedir. Ahlat, Anadolu için önemi bir üslup ve sanat merkezi olmakla birlikte, 13. yüzyılın ilk çeyreğine ait bilinenler en azından yapı sanatı açısından oldukça azdır. Ahlat’ın gelişmiş taş işçiliğine sahip bir bölge olması, bu büyük programlı yapı ve bezemelerinin açıklanabilmesi için yeterli değildir. Yapılan her deneme değerlendirmesi, yukarıdaki döngü içerisinde gerçekleşir ve yine hep başa dönülür. Bilinenlerin azlığı ile birlikte bunun ana nedeni, eserin sahip olduğu eklektik üslup anlayışıdır. Nerede ise Gotik Avrupa örnekleri ile başlayan ve doğuda, Hindistan’a kadar uzanan bir çevrede görülen üslup detayları, bütün araştırma ve incelemelerde tekrar edilir.[11] Bu durum, özellikle sanatçıların adı geçen çevre ve dönem üsluplarından haberdar olmaları ile açıklanmaya çalışılmaktadır. Mimar Sinan örneğinde olduğu gibi, büyük eserler yaratan mimarların, hayatlarının bir bölümünde çeşitli nedenlerden ötürü dolaşmış olmaları söz konusudur. Ancak herhalde, Divriği yapı topluluğunda görülen üslup dünyasını görmek, analiz etmek ve sentezlemek için bir ömürden fazlası gerekmektedir. Yine başladığımız noktaya dönmüş olduk. Tasarım aşamasındaki öncüllükleri ve önemleri nedeni ile sanatçılar, daima ilk sırada sorgulanıp incelenirler. Orta Çağ toplumunu, biraz da belge eksikliği nedeni ile iyi tanımıyor oluşumuz, adları yapıda yer almayan, ikinci öneme sahip başka sanatçıların olup olmadığını anlamamızı da güçleştirmektedir. İnşası neredeyse 15 yıl süren bir eserde, mimar-mühendis kadrosunun daha fazla olma ihtimalini her zaman düşünmek gerekir. En azından sorumlu mimar ve sanatçıların, belki değişik çevrelerden gelmiş ya da yetişmiş olan kalfa ve çırakları da bulunuyor olmalıdır. Yine üslupsal bir değerlendirme ile ulaşılan ve çeşitli çalışmalarda anılan bir diğer unsur da gezici sanatçı-zanaatçı grupların varlığıdır. Tasarımı malzemeye uygulayan da asıl bu gruptur. Böyle bir grubun varlığı ya da çalışmış oldukları bir yapı henüz kesin olarak tespit edilememiş olmakla birlikte, üslup ve tekniklerin dolaşımındaki paylarının azımsanamayacak önemde olduğu tahmin edilmektedir.[12] Zevk ve bilginin tasarıma dönüşmesi ancak ilk adım olacaktır, asıl mesele onu uygulamaktır ki, bu da hep isimsiz kahramanlar tarafından gerçekleştirilmiştir. Değişik çevreleri görmüş bir yapı sanatçısı ve yine değişik üslup çevrelerinden gelen zanaatkârların inşa ettiği bir yapı ile karşı karşıyayız sonucuna ulaşmak mümkündür. Bununla birlikte, bu çeşitliliğin, bu başarı ile bir araya getirilmiş olması ciddi zaman ve emek harcanması anlamını taşımaktadır. Üslupsal özellikler incelendiğinde, en az altı farklı grubun varlığı tartışılabilir haldedir. Farklılıklara rağmen, genel uyum mükemmeldir.

Konuyu daha da açmak mümkün olmakla birlikte, üzerinde durulmayan bir detaya dikkat çekmek gerekmektedir. Orta Çağ, farklı bir iç dinamiğe ve yaşam anlayışına sahiptir ve daha önce de belirtildiği gibi bilgilerimiz de sınırlıdır. Sözü edilen zengin üslup dünyalarının varlığını öğrenebilmek için o bölgelere gitmek ya da o bölgelerden birilerinin gelmesini beklemek, doğrusu o kadar da gerekli değildir. Mimari eserlerin resimlerinin yer aldığı bazı yazmaların varlığı bilinmektedir. Sultanların ve saray halkının iyi eğitim sahibi oldukları, okumayı sevdikleri ve bilgiye değer verdikleri düşünüldüğünde, Mengücekli Divriğisi’nin el yazmaları açısından zengin olduğunu, Ahmet Şah ve eşinin, bu kitaplardaki tasvirlerin etkisi ile zengin bir estetik dil oluşturmuş olabilecekleri mümkündür. Aynı durum, sanatçılar için de geçerlidir.  Örneğin, 13. yüzyıl ikinci yarısına imzasını atmış olan Selçuklu saray mimarı Kelük b. Abdullah’ın, o dönem Konya’da bulunan zengin kütüphanelerdeki resimli yazmaları görmüş olma ihtimali üzerinde durulmaktadır. Benzeri durumun, başka mimar ve yapı sanatçıları için de geçerli olma ihtimali küçümsenemez. Divriği yapı topluluğu ve resimli kitap örnekleri arasında ilgi çekici bir bağın varlığı söz konusudur ve bu düşünce hiç de yabana atılır türden değildir. Selçuklu saray mimarının, mesleğinin ilk döneminde, Divriği yapı topluluğunda çalıştığını ya da en azından görmüş olduğunu düşünen araştırmacılar söz konusudur.[13] Bütün bunlar, Divriği yapı topluluğu hakkında daha çok düşünülmesi ya da çalışılması gerektiğini ortaya koymaktadır. En azından, yansıttığı sembolik değerler açısından ele alındığında bile,  Selçuklu yapıları ile yarışan Divriği yapı topluluğu, I. Alâeddin Keykubad’la birlikte başlayan klâsik süreç içerisinde inşa edilmiştir ve yukarıda da belirtildiği gibi, tüm Anadolu örnekleri içerisinde Selçuklu yapıları ile yarışabilecek tek örnektir.[14]  Yapıyı Mengücekli ya da Selçuklu eseri olarak adlandırabilmek, elinizdeki yazıda açıklamaya çalıştığım bu karmaşık arka plan nedeni ile henüz kolay değildir. Mengücekli dönemine ait olası yazılı belgelerin ortaya çıkması ya da ilçede yürütülen arkeolojik çalışmaların, mevcut soru ve sorunların çözümünde fayda sağlaması kuvvetli bir ihtimaldir.

Divriği yapı topluluğu, yansıttığı değerler açısından, yalnız ülkemiz için değil tüm Dünya kültür tarihi açısından önemli ve özeldir. Sonsuza kadar yaşaması ve korunması en büyük dileğimizdir.

DİPNOTLAR:

[1]Araştırmacılardan O. C. Tunçer, türbenin tek katlı olduğunu “iki katlı olduğunu belirleyen hiçbir iz ve belgeye sahip olmadığımız için böyle kabul ediyoruz” diye açıklamıştır. Bkz. O.C. Tunçer, Anadolu Kümbetleri, 1, Ankara 1986, s.236-238, bil. s.237.  Türbeler konusunda bir diğer önemli araştırmanın sahibi olan H. Önkal, yapıyı incelemiş olmakla birlikte, türbenin tek ya da çift katlı olup olmadığına yönelik bir değerlendirme yapmamış ancak zeminin bugün çimento kaplı olduğunu belirtmiştir. H. Önkal, Anadolu Selçuklu Türbeleri, Ankara 1996, s.394-398, bil. s.395. Selçuklu döneminde inşa edilen türbeler, defin işleminin toprağa yapılması gerektiğinden daima çift katlı olarak inşa edilmişlerdir. İkinci kat, genelde ya bir kapının ya da dışa açılan pencerelerin varlığı ile kolayca anlaşılmaktadır. Sayısız onarımlar sonucu, kaplamaları defalarca değiştirilen ya da yenilenen Divriği örneğinde, içte ve dışta bu tür bir detayın yokluğu nedeni ile türbe tek katlı olarak düşünülmektedir. Hem gelenekler hem de mezarların korunmaları açısından, türbenin tek katlı olması mümkün değildir. Kaldı ki, bu fikir, yapının anıtsallığı ile de uyuşmamaktadır ancak tek ya da iki katlı olduğunun sağlamasının yapılması çok da zor değildir.

[2]Bu yazının konusu olmamakla birlikte, kayıtlara geçmesi açısından şöyle bir sorunun sorulması gerekmektedir: inşasına 1228 yılında başlanan yapı topluluğunun 1240’lı yıllarda kullanıma açıldığı anlaşılmaktadır. İlçedeki en eski caminin Kale Cami olduğunu, onun da kaleye özel bir yapı olduğunu göz önüne alırsak, 1155-1240 yılları arasında, halk, toplu olarak Cuma namazlarını nerede kılmıştır. Eldeki tarihi kayıtların yetersizliği nedeni ile bu soruya yanıtın, yapılmakta olan arkeolojik kazılar neticesinde verilebileceğini düşünmekten başka çare bulunmamaktadır.

[3]Ayrıntılı bilgi için bkz. S. Eyice, “Mescid”, İslâm Ansiklopedisi, 8, M.E.B. Yayınları, Eskişehir 1997, 1-118, bil. s. 3.

[4]Mengüceklilere ait müstakil bir eğitim yapısının varlığı bilinmemektedir.

[5]Siyasetnâme bu konuda önemli bir başvuru kaynağıdır ve 13. yüzyıl Anadolu’sunda okunduğu da bilinmektedir. Nizamülmülk, Siyasetnâme (Siyeru’l-mülük), (çev.N.Bayburtlugil), Dergâh Yayınları, İstanbul 1987, s.29

[6]Bu konuda Kayseri Gevher Nesibe Külliyesi ve Sivas I. İzzeddin Keykavus Darüşşifası örnek olarak verilebilir. Daha sonradan her iki yapı da kent dokusu içerisinde kalmıştır.

[7]Kuşkusuz yer seçimi yapılırken, zemin konusuna da dikkat edilmektedir. Uzun yıllardır yapının zemini konusundaki bilinmeyenler, geçtiğimiz yıl yapılan dijital takiple kısmen de olsa yanıtlara ulaşılmasını sağlamıştır. Zemin konusunda kısa bir değerlendirme için bkz. E.Eser, “Divriği Mucizesi Üzerine”, Divriği Haber, 1 Temmuz 2008, s.8.

[8]S. Kutluay, Divriği Ulu Camii ve Darüşşifasının Taş Süsleme Programı, H. Ü. Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi, III cilt, Ankara 1988

[9]Yapının kuzeyinde bir avlusunun olmaması, en azından taçkapının görülmesini engellememiştir. Avlusu bulunmadığı için başka bir konuya dikkat etmek gerekmektedir. O da, Cami’de mihrap aksı üzerinde yer alan büyük aydınlık açıklığıdır. Diğer birçok benzerleri gibi Osmanlı döneminde üzeri bir aydınlık feneri ile kapatılmış olmalıdır. Burası aslında bir iç avlu işlevi görmesi için tasarlanmıştır ve büyük bir ihtimalle ve benzer örneklerden hareketle, tam altında,  bir havuz ya da su kuyusunun bulunması gerekmektedir.

[10]Kale kapısında olduğu belirtilen bir inşa kitabesinde Ahmet Şah’ın adı ve 1237 tarihi geçmektedir. Surun güneybatı bölümünde bulunan figür dizisi ve daha sonra 1252 yılında Melik Salih tarafından inşa ettirilen Arslan Burç üzerindeki figürler, Mengüceklerin sanat ve kültür anlayışlarına dair fikir verseler de, erken dönemlerindeki tutum ve uygulamalarının anlaşılması konusunda yeterli değildir. Konu ile ilgili olarak bkz. N.Sakaoğlu, Türk Anadolu’da Mengücekoğulları, Yapı Kredi Yayınları, Genişletilmiş Birinci Baskı, İstanbul 2005.

[11]Konu ile ilgili iki önemli kaynağı burada anabiliriz: Y.Önge ve diğerleri, Divriği Ulu Camii ve Darüşşifası, Vakıflar Genel Müdürlüğü Yayınları, Ankara 1978; D.Kuban, Divriği Mucizesi, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul 2001.

[12]Konu açısından en önemli veri, yapı taşları üzerinde görülen taşçı işaretleri ve en azından başlangıç döneminde yakın çevreden davet edilen sanatçıların varlığıdır.  Örneğin Selçukluların ilk dönemlerinde Suriye’den sanatçı davet ettikleri bilinmektedir. Benzeri bir durumun, Divriği için de geçerli olması normaldir.

[13]B. Brend, “The Patronage of Fahr ad-din Ali Ibn al-Husain and the Work of Kaluk ibn Allah in the Development of the Decoration of Portals in Thirteenth Century Anatolia”, Kunst des Orients, X/1-2 (1975), s.160-186.

[14]Örneğin, Selçuklu döneminde özellikle I. Alâeddin Keykubad ile birlikte yoğun olarak kullanılmaya başlayan sekiz köşeli yıldız formu ve çift başlı kartalın varlığı, kitabede geçen isimden daha önemlidir ve bir Mengücek yapısında bu denli yoğun kullanılmış olmaları açıklama beklemektedir.

Hayat Ağacı dergisi 19. Sayı, 2012

PAYLAŞ